Wednesday, September 22, 2010

Aşk Olsun, Aç Kollarını Aşk Konsun...

Bayram gitti hoş gitti.. Ay sevgili dostlarım evet şu dakika üşengeçlikte tavan yapmış durumdayım. Ama zaten herşeye geç kalmaya meyilli bir bünye ve yapıya sahip olduğumu zaten biliyorduk. Blog'da bunu yansıtmam an meselesiydi. Ama hepinizin geçmiş bayramı çook uzun zaman geçmişte olsa kutlu, mutlu ve tabiki maksimum oranda şeker ve çikolata dolu olmuştur umarım.(şahsen benimki öyle oldu ve sanırım bu yüzdendirki o aldığım enerjiyi ancak atabildi bünye!!!)


Neyse onu bırakalım. Bugün yine aşktan bahsedelim ne dersiniz? Eh aşksız olmaz. Ne demişler? "Aşkın açamadığı kapı, kanatlanıp uçamadığı yer mi var?" Herkes aşkı arıyor aşkı soruyor ama gördüğümüz üzere aşk uçarak kaçıyor; tutabilene aşk olsun. Eh, şimdi siz bu noktada "hah ben yakaladım o kaçan aşkı, yakalayamayanlar düşünsün" diyorsanız aman ne mutlu size efendim. Ama hala arayanlarımız mevcut o yüzden onlara da biraz acıyalım değil mi ama? Bu yazım onlara hitaben olsun o zaman. (ama siz aşkı bulanlar; siz o şanslı azınlıktan olmanın verdiği haklı gururla yazının devamını bir zahmet okuyuverin be güzellerim çünkü siz blog konusu hakkında daha bilgili durumdasınız şu dakika eh bi el atarsınız o nacizane fikirlerinizle belki sonradan!!!)

Aşkın 8 kusuru varmış..(ben demedim vallahi bir kitap çıkmış böyle... Bu akşam bulup okumak farz oldu!!)
Tabi bunu duyan ben dedim sadece 8 tane mi varmış? Hade ordan beaaa çekiverdim. Kusursuz aşk yokturu biliyorduk ta 8 tanesi mi varmış sadece dedim...(tabi bütün bunları kitap hakkında araştırma yapmadan önceki 2 dakika içinde kafamdan geçirdiğim için sonrasında kitabı okursanız yada görürseniz aslında 8 farklı kişinin 8 farklı bakış açısına ait olduğunu göreceksiniz benim gibi ama olsun biz sanki 8 kusuru varmış gibi algılayıp daha fazlası varmışçasına dem vuralım...)

Aşkın kusurlarını herkes kendine göre saysın bakalm... Aklınızda hemen ex- aşklarınız, onların kusurları ve hatta ve hatta şimki aşkınızın kusurları tilkiler gibi dolanmaya başladı değil mi? 8 tane bulabildiniz mi? Yada daha fazlasını? Bende kendimce sıralayayım dedim bakalm nasıl birşey çıkacakmış dedim... Hadi sayalım bakalım...

1) Aşk, sizi mutlu eder ama aynı zamanda paranoyak yapar... (kaç kişi gördüm aşık olunca normalde aklının ucundan geçmeyecek tarzda komplo teorileri kuran..)

2) Aşk, gafil avlar... (tam güçlüyüm, serbestim, istediğimi yaparım uleynn çektiğiniz anda geliverir ve bir anda durur ve ne olduk şimdi diye kal geldiriverir...)

3) Aşk,  düşünme yetinizi etkiler, hatta kimi zaman engeller... (bunu herkes kendince yorumlamıştır zaten...)

4) Aşk, telefon, mail vs gibi telekominikasyon araçları bağımlısı yapar... (bunu takiben faturaları kabartır!)

5) Aşk, çoğu zaman sizin istediğinizin dışında bir doğrultuda gelişir. (yönlendirme hastası olanlar aşık olunca düz duvara toslayıverirler...)

6) Aşk, karar verme yetilerinizi ya geliştirir ya köreltir. (örneğin aldatıan erkeği kabul etmek yada etmemek? verin bakalım kararınızı...)

 7) Aşk, hayalkırıklığı yaratabilir... (bu sanırım aşkın en büyük kusurudur. Beklentileriniz karşılanmadığı yada karşınızdaki kişiyle aynı şeyleri hissetmediğiniz anda o büyük yıkım yaşanabilir...)

 8) Aşk, bulunması zor, bulunduğunda korunması daha da zor, ama kaybedildiğinde acısının dindirilmesi en zor olan şeydir... 

Benden bu kadar çıktı.. Sanırım bunu dediğim gibi aşkı yaşayanlar ve bu kusursuzluğu bilenler anlar.. Eh ozaman sizde anlatın dinleyelim.. :) 
Aşk kusursuzmuş... Ama olsun; kusursuz olsun ama aşk olsun... (açın kollarınızı aşk konsun...) 
Hepinize kusurlu yada kusursuz aşk dolu günler canımcımlarım...

Tuesday, September 7, 2010

Aşk Kapıdan Baktırır, Anıları Yaktırır...

Aşk nerede?
Ah nerede ah nerede? Nerde bıraktım kalbimi acaba? Onda bunda şundadır, şunda bunda ondadır, mavi boncuk kimdeyse, benim gönlüm ondadır.
Herkes mi aşkı arar ya? Bir sofrada oturan 20 kişiden sadece 1 veya 2sinin aşkı bulduğuna inanması ve diğer kalanların ya bulamayacağına ya da "yok canım ben böyle iyiyim ne gerek var" ayaklarına yatması normal midir ya?
Allah rızası için şu bilim adamları çıksında şuna bir formül bulsunlar. Bıraksınlar bitkileri hayvanları hormonlamayı yada klonlamayı, ve önce kendi ırklarının yani insanoğlunun şu derdine bir çare bulsunlar ya...
Hele ki aşk acısı...
Sanırım hiç bir ilacın, hiç bir ağrı kesicinin veya doktorun dindiremediği ve çaresi bulanamayan yegane rahatsızlık şu kalp acısı denen şey...
Çekmeyen bilmez, çekende çekmek istemez... Dostlar bu günler için vardırlar ama onlarda bir yere kadar teselli ederler çünkü o kalbin taa dibindeki anlamdırılamayan, adlandırılamayan ve ulaşılamayan o sızıntıyı durduramazlar.
Gece herkes gittiğinde, ışıklar kapandığında ve yalnızlığımızla başbaşa kaldığımızda o acı yine oradadır ve herzamankinden daha acı vericidir.
Eski sevgiliyi her şarkıda anmak, onu düşünmek, onunla gidilen yerlerden geçmek, en ufak şeyde onu hatırlamak...(bunlar acıya acı katan şeyler olur..ama kaçış yoktur.) Siz ne kadar kaçarsanız o kadar karşılaşırsınız. Sanırım kalp acısında bile Murphy Kanunları geçerli oluyor. Siz O'nunla yaptığınız şeylerden, gittiğiniz yerlerden, tanıdığınız insanlardan kaçtıkça hepsi bir şekilde karşınıza çıkar ve O'nu hatırlatır.
Hele ki ondan haber almak.. Eski sevgilinin yeni bir sevgilisi olduğunu duymak, hatta ve hatta evlendiğini görmek, duymak. Siz daha nasıl bitti, neden bitti acaba sorun bende miydi, farklı davransam yada davranırsam geri dönüşü olur muydu, hala olabilir mi derken bir de bakmışsınız ki atı alan Üsküdar'ı geçmiş, O yuvadan uçmuş, sizde düşüncelerinizle ve kalp acınızla bir kez daha hemde daha ağır bir şekilde başbaşa kalmışsınız. Peki şimdi ne olacak?
Gelsin kızlarla dertleşme seansları, sizi hayata geri döndürme maratonları, eğlence modları ve tabi ki çöpçatanlık hatları. Herkes seferber olacak, sizi mutlu etmenin yollarını arayacak, hatta yeni sevgili bulmanızda önayak olacak (kim bilir belki de düşündüğünüzden de başarılı olacak) ama ne varki arada o kalp acısı sizi gelip yine yoklayacak.
Peki siz ne yapacaksınız? Tabi ki bütün bunları uygulayacaksınız, aşktan korkmayacaksınız ve hele hele en önemlisi asla aşkı aramaktan vazgeçmeyecek onu bulmaktan korkmayacaksınız. Umutsuzluğa kapılmayacaksınız. (burada Cem Yılmaz'ı dinleyip "sevgi içimizde" demeyeceksiniz çünkü aşk dışarıda bir yerde ve "Dikkat Şahan Çıkabilir" gibi Dikkat Aşk Çıkabilir!")
Eh bu kadar depresif olur mu canım. Hadi canım dostlarım aşksız kalmayın, kalmayalım! Aşkı bulanlar bulamayanlara yardımcı olsunlar. Eh o da olmazsa Sabrina (tatlı cadı) ve teyzelerinin yaptığını yapıp hepimiz kendimize pasta hamurundan hayalimizdeki sevgiliyi yaratırız kendimize kendi aşkımızı var ederiz. Ama önce başkalarına ve aşka bir şans verelim, o eski sevgilileri güvercin gibi salıverelim ve yaz ile sonbaharın birleştiği şu tatlı günlerde Aşk-ı endam ediverelim...
Hepinize bol aşklı günler canımcımlarım... :) 

Wednesday, September 1, 2010

Heyecan Sağolsun...

I am back dostlarım.. Ama evet hergün diye başladık ama arada fire veriyoruz.. Eh yazarınıza arada acıyın anacım ne yapsın o iftar senin bu maç benim geziniyor. Allah arttırsın deyip geçiverin... (nazar etmeyin ne olur isteyin arkadaşınızı arayın hemen sizinde olur!!)
FIBA Basketbol turnuvası başladı başlayalı kaptırdık kendimizi. Maçlara taraftarlık yapıyoruz kazananlarla kutluyoruz (elimizden gelen bütün misafirperverliği göstermek gerek; eh ne de olsa biz Türkler misafirperverliğimizle tanınıyoruz değil mi?) sonrasında kendi kültürümüz gereği iftarımızı açıyoruz ve tabiki gelsin muhabbet gitsin eğlence... Seviyorum şu ramazanları yaaa!! Senede bir defa olmasınında etkisi var sanırım. Bütün gün aç kaldıktan sonra sıcacık pide eşliğinde yenen iftarlıklar(normalde akşam yemeğinde soframıza koymayacağımız bilumum herşey oradadır) yanında limitsiz çay ve o 5 dk öncesinde ezan okunmadan önce hakim olan sessizliğin ardından ilk lokmayla buluştuktan sonra düşen çeneler ve yerine gelen keyifler... Hele o iftar davetleri yok mu? Normal akşam yemeği davetlerinden farklıdır. Daha bir özeldir daha bir güzeldir. Doyum olmaz...
Hoşgeldin ve hatta gitmek üzeresin 11 ayın sultanı Ramazan...

Ama bugünlük ben yazarınızdan bu kadar.. Ama sanmayınki blog post'u bu kadar.. Bugün çok sevdiğim bir arkadaşımın yazısını yayınlamak istiyorum. Bir an kendimi köşe yazarıymışım gibi hayal ettim(eh ne de olsa kendi köşem var sayılır değil mi?) ve konuk yazar almaya karar verdim...
Masal arkadaşımızın yazıları çok duygu yüklüdürler. O da benim gibi henüz o blog cesaretini tamamen gösterememiş arkadaşlardan olduğu için ilk tanıtımını buradan yapalım istedik. Eminim (çok iddialı oldu) sizde etkileneceksiniz. Onun yazılarının duygu yoğunluğunda kendi duygularınzla başbaşa kalacaksınız...
O biiiiirrr masal kahramanı... O biiiiir masal yazariiii... O biiiiirrrrr Candyland Konuk yazarı...
İşte karşınızda yazısıyla Masal...
Görenler görmeyenlere anlatsın duymayan kalmasın...
Ama en önemlisi sizin gün boyunca yüzünüzden gülücük eksik olmasın...

Bir gün aniden geri geleceğini biliyordum. “Artık pes ettim” demişken, her şeyden elimi eteğimi çekmişken, hayatın monotonluğunu kabul etmediğim halde ister istemez alışmışken ve hiç aklıma gelmeyecek bir şekilde kapımı çalıverdi kibarca. Şaşkınlıktan onu karşılamayı bile beceremedim elim ayağıma dolaştı. Ne çok beklemiştim onu. Ne çok geri kazanmak istemiştim. İşte sonunda yine bendeydi benimleydi. Kim bilir kimlerin elinden, nelerden geçerek, başına neler gelerek sonunda bana geri dönmüştü. Kim mi? ‘Heyecan’. Bence bir insanın hayatında sağlığından sonra kaybetmemesi gereken en önemli ikinci şeydir heyecan, yaşama heyecanı. Her şeyin boş, anlamsız, sıradan, basit, olmasa da olur düşüncesi çerçevesinde hissedildiği zamanlar demektir onu kaybetmek. Hayatın tadı tuzu kaçar gider. İşin acı tarafı onu kazanmak için yapılabilecek hiçbir şey yoktur. O kendi gittiği gibi kendide döner. Ne zaman isterse o zaman hem de. Yani zamansızdır. Sen burada yana yakıla onu beklerken o kim bilir kimlerin hayatına heyecan katmaya gitmiştir. Sanki aynı anda birkaç hayata yetişemezmiş gibi ya da yetişemiyormuş gibi seni orada bekletir durur. Bir bildiği olsa gerek. Yine de ne biliyorsa bilsin hiç umurumda değil. Beni bunca zaman bekletmesi çok büyük taş kalplilikti diye düşünüyorum. Neyse ki kinci biri değilim.  Geldiği an da unuttum onu beklediğim uzun zamanları, ondan ümidi kesmek üzere olduğumu ve olumsuz her şeyi. Hmm şey de var tabi ‘heyecan’ yalnız gelmedi. Gelirken yanında birini daha getirmiş. Kendi gelişini anlamlaştıracak birini… Bir yabancıyı. Yabancı oluşu hiç rahatsız etmedi beni sanki yabancılıktan öte daha çok tanıdıktı. Bana yanında kendimi kendim gibi hissettiren, huzurla hiçbir şey düşünmeden, bir dakika sonrasını hesap etmeden sadece anı yaşayabildiğim biriydi. ‘Heyecan’ işini biliyordu. Kime, yanında ne getirmesi gerektiğini de.


Sonuç: Gözlerimde ne zamandır yanmayan ışıklar şimdi parıl parıl. Ben demiyorum beni görenler söylüyor. Tamamen objektif açıklamalar yani. :) Bu cümleyi kuranlara direk cevabı yapıştırıyorum bende zaten: heyecan sağ olsun! :)

Umarım heyecan hiçbir zaman hayatlarımızdan çekilip gitmez. Yada çok uzun süreli gitmez. Bir kenarda unutmaz bizleri. Hayat, heyecan duymadan çok anlamsız yanında getirdikleri olmadan da öyle.  Bu yazıyı okuyan herkesin yaşama heyecanını kaybetmemesi ve hep koruması dileğiyle..